Şubat 15, 2011

Medeniyet

15 gün boyunca İzmir. Anne yemeği, bolca rakı-balık muhabbeti, Kordon'da bira ile güneş batırmaca, muhtemel 2-3 farklı sex macerası, cuma/cumartesi günleri gece takılmaları/hatun peşinde koşmalar, çocukluk arkadaşları, sair günler rakıdan sonra sabaha kadar açık poker seansları ve minumum internet bağlantısı içeren günler. Mis.

Şubat 13, 2011

Alegra

İstanbul, nihayet evdeyim. Kardeşimin indirdiği Spartacus: Gods of the Arena'yı izliyorum. Sabahtan beri ard arda 4 bölümü de gömdüm. Sürekli sex, şarap içinde yüzerek yaşayan "ahlaksız" Romalıları görünce aklıma eski bir Napoli macerası geldi:

 

İzmir'den başlayan yolculuğun ilk rota bacağı kısa, Napoli'deyim. Artık işe de, götürülerine de getirilerine de aşinayım. İkinci ya da üçüncü gelişim bu kente. Hemen yanıbaşında "O kadar ahlaksızca yaşadıkları için tanrılar tarafından cezalandırılan" insanların şehri tarihi Pompei var. Kaldırımlarındaki yarak kabartmalarını takip ettiğinde kerhanelere ulaşıyorsun. Bu kadar sefahata dalıp da bu kadar sikişince tanrılar bu halkı cezalandırmış tabi! Vezüv patlamış, hırsızlağa karşı malları koruması için zincirlenen köleler ve patlamadan kaçamayanlar üzerlerine yağan küller yüzünden taşlaşmış. Şaşırtıcı aslında, sahici değil gibi duruyorlar ama son derece  gerçekler. Ağlarkan, dua ederken, kimisi yemek yerken ölmüş. Ölürkenki ifade hiçbir yüzde bozulmamış. Sanki kalkıp hayata devam edecekler, sana nerden geldin diye soracaklarmış gibi.


Asıl hikaye'ye geliyorum, bunları öğrendiğim emekli coğrafya öğretmeni doğma büyüme Napolili Guiseppe'ye. Bir önceki -yaklaşık 2 ay önce- gelişimde yağmurdan sakındığım bir saçağın altında tanıştığım, benim bildiğim 20 kelimeyi geçmeyen İtalyanca ve onun bildiği kısıtlı İngilizce'ye, onca yaş farkına rağmen son derece güzel anlaştığımız yaşlı başlı arkadaşım. Akdeniz kanı çekiyor işte.  Önceki gelişimde kenteki son saatlerimde arkadaş olmuşuz, bütün maaşı yeni arabaya yatırdığımdan ve gemiden 20 euro parayla sadece pizza yemeye çıktığımdan cepte sadece 8 euro para kalmış. Saçak altında birbirimize gülümseyerek başlayan muhabbete Guiseppe'nin ısmarladığı buğday biralarının eşliğinde devam ediyoruz. Onca iletişim güçlüğüne rağmen çok iyi anlaşıyoruz, annesinin annesi İstanbul Rumlarından, İstanbul'u hep görmek istermiş. Şaşırıyor içki içmeme, sen nasıl müslümansın? O gün anlıyorum bizde nasıl gelen tüm turistlere orospu gözüyle bakanlar varsa orda da Türkiye'ye geri kalmış bir Arap ülkesi gözüyle bakanlar var. Dilim döndüğünce fahri diplomat misyonuyla anlatıyorum memleketimizi, biz şöyle moderniz, içki içeriz, sex yaparız, türbanlıdan çok başı açık kadın var, arap değiliz, namaz kılmayanlar kılanlardan daha fazla vs. vs. Konu sexe geliyor doğal olarak; yaptın mı diyor Napoli'de. Anlatıyorum dolandırılmaktan son anda kurtulduğumu önce: "Hey arkadaş, turko! Yuz dollar video kammera istersin?" diye seslenen Vespa'nın üstündeki dolandırıcıyı. Pizzacıda sigara istemeyi bilen ama pas vermeyen garsonu, kalenin üstündeki parkta tanıştığım ispanyol kızı ve yalnız kalan yanındaki kaltağın işi bozması yüzünden elim sikimde kalışımı. Muhabbet muhabbeti açıyor, Türk-Yunan düşmanlığı, neden evlenmediği, İstanbul, dinler, Fatih Terim falan derken zaman çabuk geçiyor geminin kalkışına az kalmış; kalkmalıyım. Karşılıklı telefon alışverişi yapıyoruz, ben yollanıyorum Bizerte yolculuğuna doğru.


 Söz verdiğim gibi varmadan arıyorum Napoli'li arkadaşımı, "5 saat sonra işim bitiyor, gel al." diyorum. Türk sigarası getirmişim hediye olarak, sigaramızın (daha doğrusu tütünümüzün) ne kadar değerli olduğunu Türk olduğumu öğrenince Avrupalıların ilk sorusunun sigaran var mı olmasından biliyorum. Daha çok şey yapmam lazımdı aslında o kadar misafirperverliğin üzerine. Yemek için sahil kesimdeki bir lokantaya gidiyoruz. Dünyanın en iyi pizzasının neden Napoli'de olduğunu öğreniyorum o gün, çünkü pizzada kullanılan mozzarellanın en kalitelisi manda sütünden yapılanıymış ve mandanın da mozzarellanın da en iyisi burada. Ardından kalenin etrafında, meşhur Garibaldi sokağında turlayıp sonra sahilde ikişer buğday birası içerek batırıyoruz güneşi. Akşam benim için evde özel yemek daveti vermiş, benim yaşımdaki komşu kızını da çağırmış!


Vezüv manzaralı geniş bahçeli akdeniz tipi evinde orta yaşlı Slav hizmetçisi karşılıyor bizi, neden evlenmediğini anlıyorum:) Alegra teşrif ediyor, tam bir esmer İtalyan afet, bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama ben Monica Belucci'ye benzetiyorum. Porcetto  (domuz etli) ve safranlı pilav gerçekten enfes, kırmızı şarapta kısa zamanda dilimizi çözüyor. Alegra'nın İngilizcesi benden iyi, İngilizce öğretmeni. Türkiye'yi, diğer liman maceralarımı, Guiseppe ile nasıl tanıştığımızı, aklıma gelen -başımdan geçmiş veya kendi başımdan geçmiş gibi naklettiğim- bütün komik hikayelerimi anlatıyorum, önyargılar kırılmaya ve nihayet gülmeye başlıyoruz. Bu iş tamam gibi! 3 şişe şarap sonra Guiseppe ve adını hatırlamadığım yardımcısının(!) masada olmadığını farkediyorum, onlar yatmaya gitti diyor Alegra. Gözlerim parlayarak bizi yalnız bırakmak için herhalde diyorum, yüzünün kızardığını o karanlıkta bile görebiliyorum. Verandada yanyana 2-3 kişinin oturabildiği minderli salıncaklardan -başka bir adı var mı bilmiyorum- var , ona geçip şarap ve sigara içip  bir çok şeyden konuşuyor, aslında millet olarak birbirimize ne kadar benzediğimizi keşfediyoruz. Ben ısrarla ilişkilerden, seksten muhabbet açmaya çalıştıkça o ustaca başka konulara geçip yeni bir sigara yakıyor. Çakmağın ateşinde yüzü o kadar güzel ki... Bana yıllar gibi geçen bir süre sonra patlıyorum, daha ne kadar sürecek bu muhabbet deyip duduklarına yapışıyorum . İlk başta karşılık veriyor, 10-15 saniye kadar öpüştükten sonra elimi bacaklarına atmam üzerine ayırıyor dudaklarını ve bunun için çok erken deyip kalkıyor salıncaktan. Ne kadar dil döksem de nafile, sonuç vermiyor. Saat geç oldu deyip evine gidiyor. Çok değerli bir şey kaybetmişim gibi bir duygu var içimde, ama bir yandan da acaip bi' mutluluk.  Keşke sabah limandan ayrılmayacak olsaydım diye hayıflanarak üst kata çıkıp Guiseppe ile vedalaşıyorum.

Sabah limandan ayrılan geminin güvertesinden keyifsizce şehre bakıp bir sigara yakıyorum. Rıhtımda iki kişi dikkatimi çekiyor, yanında Guiseppe ile el sallayan Alegra!

Şubat 09, 2011

La sagrada familia

Mutluyum, ilk kontrattan 3 aylık maaşım cebimde. İyi para be abi! Para var ama harcamayı bilmiyorum o zamanlar. Uzaktan bakınca ucube, yakından etkileyici bu garabetin -La sagrada familia- etrafında geçiriyorum öğleden sonrayı. Aklıma geliyor, nerede bu Barcelona mağazası; hava yaparım halı saha maçında ;) Taksici dolaştırıyor biraz, 10 dakika kadar sürüyor mağazaya varmam. Yeni sezon Figo forması 85 euro. Yeni yeni yabancı memlekette bulunmanın ürkekliği var üzerimde, hava kararınca yollanıyorum limana doğru ufaktan ufaktan. Gemideyim. Süvari Bey, II.Kaptan, Çarkçıbaşı, acentacılar vurmuşlar şarabın dibine. Oturtuyorlar masaya, süvariden uzun bir "bizim gençliğimizde Barcelona" nutku dinliyorum. La sagrada familia'nın iki kulesi daha eksikmiş ilk geldiğinde bla bla bla... İçtikçe cesaret geliyor, muhabbette baydı zaten; çıkıp dışarı baksam mı İspanyol hatunlarına? Tecrübeli (!) gemicilere soruyorum, limanın yakınlarına doğru eliyle işaret ediyor şuralara git, şipşak elli euro diye. Elli euro ne ki, formaya vermişim fazlasını. Yürümeye başlıyorum limandan çıkıp, tırsa tırsa. Hafif balık etli, ay parçası bir zenci hatuna rast geliyorum. Parası iyi 30 euro diyor da nerde diye sorunca cevap ürkütücü; hemen on adım ilerdeki girintideki çalılıkların arkasında! Anlıyorum yanlış yoldayım, hemen bir taksi çeviriyorum ama adam İngilizce bilmiyor bende İspanyolca üç kelime. Neyse evrensel işaret dili devreye giriyor, anlaşıyoruz; taksinin beklemesi dahil yarım saatlik mesafedeki otelde 200 euro ama kadınlar çok güzelmiş. Şehrin biraz dışında altı bar üstü otel bir mekana geliyoruz, birer içki söylüyoruz 10'ar euro. Etrafta gerçekten çok ama çok güzel latin hatunlar dolanıyor. Saçları hiç yakışmasa da yüzü ve fiziği çok güzel kızıl bir dilberi kestiriyorum gözüme, işaret ediyorum geliyor ve şoförle birşeyler konuşuyor. İyi ama bir saatlik fiyat 300 euro oldu. Burdan boş geri dönülmez deyip kabul ediyorum kafa sallayarak. Yangın merdiveninden yukarı çıkıyoruz, dandik bir yatağın bulunduğu dandik kırmızı perdeli dandik bir odadayız. Beklentiler çok yüksek tabi; memlekette okuldan, etraftan kızlarla giriştiğimiz acemice, vasat, düz sevişmelerin ve geçen yazki -üzerinden zaman geçtikçe büyüttüğümüz- Olympos tatilinde sahilde Rus Oxana ile yaptığımız "mükemmel" seksin üzerine çıkacağız. Adının Sonya (yersen) olduğunu öğrendiğim kızıl doğrusu çok çabuk soyunuyor, hani striptiz yaparak soyunma falan?  Zaten abazanlık had safhada, 20 saniyede çırılçıplak yatakta alıyorum soluğu. Beklediğimden kötü ve sıradan bir saxo, öpüşmek yok, ardından misyoner pozisyonunda -prezervatif takma dahil- 3 dakikalık kısa bir sikiş sonucu boşalıyorum. İkinci postada daha geç gelirim diye düşünerekten sigaramı yakarken Sonya'nın giyinmeye başladığını görüyorum, şoktayım. Bu kadar mı? Evrensel işaret dili ile anlatmaya çalışıyorum derdimi; hani bir saat diye anlaşmıştık? Anlamadığım birşeyler söyleyerek kapıyı vurup çıkıyor. Hızlıca giyinip taksicinin yanına iniyorum, yarım yamalak anlaşıyoruz: "ben yanlış anlamışım, onlar bir posta demişler". Kös kös ödemeyi yapıyorum. Düşünüyorum taksinin arka koltuğunda La sagrada familia'nın önünden geçerken; ben mi Sonya'yı siktim, taksici mi beni sikti?

Şubat 03, 2011

Arkadaşlık Üzerine

"Bunu ilk defa senin için yapıyorum." yalanına inanıyormuş gibi yapar, acaba kıçını sikebilir miyim diye düşünüp başparmağımı göt deliğinin etrafında dolaştırırken "Oradan hayatta olmaz, çok acıyor." sözü ile vazgeçmem gerekirken benim zihnimde dolanan tek şey demek daha önce denedi oluyor. Denemişsen demekki senin için yapılmayacak birşey değil, başaramamışsın sadece diye düşünüyorum. Artık ağzındayım, sikimi elinle sıvazlayışından, dişlerine değdirmeyişinden bu işte yeteri kadar tecrübeli olduğun sonucunu çıkarıyorum. Nefeslenmek için çıkardığında başının üstünden taşaklarıma doğru ittiriyorum, zira bunun için dünden temizlemişim oraları. Attığın dil darbeleri beni sert davranmak için teşvik ediyor, aniden kaldırıp sol elimle ellerinden duvara dayayıp sağ elimle tokatlıyorum seni. Memelerinden. Boğazından yükselen kısık "Evettthh" sesi iyice gaza getiriyor, sanki hiç olmadığım kadar diri, büyük ve sikiciyim o an. Aslında yatağa giderken aklımda bekletme/geciktirme oyunları ve bolca oral sex vardı ama dayanabilecek durumda değilim, yılların beklemişliği ve sabırsızlığı var. Sertçe döndürüp aniden girmeye çalışıyorum ama alkolün etkisini ihmal etmişim, tutturamıyorum! O kızışmış ortam dağılıyor biraz, gülüyoruz. Tekrar sert davranmaya karar verip kıçına şaplaklar atmaya başlıyorum arada sehpanın üstünde duran içkimden yudumlayıp, birazını ağzımdan kıçının üstüne bırakarak. Bundan sonrası biraz flu, zaten bu kadar sarhoş olmasak 7 yıllık arkadaşlığımızı bu seviyeye çekmeye cesaret edemezdik sanırım. Bir anlık tereddüt -ben ne yapıyorum- ardından sol baldırından tutup bacağını sola doğru ayırıp sert bir girişle tek dizin havada bir doggy style tutturuyorum. Zaten erken boşalma sorunu olmayan bünyem  yarım şişe Glenfiddich'in de etkisiyle iyice abartıyor olayı, bir sürü pozisyon,  kan-ter içinde ve senin 3 kez boşalmanla sonuçlanan birbuçuk saate yakın süren performansımı göğsüm kabararak hırıltılı bir şekilde sırtına doğru sonlandırıyorum. Teşekkür ederim sözcükleri dökülüyor dudaklarından yarım yamalak, ben bir sigara yakıyorum. Sızıp kalıyorsun hemen, oysa benim aklımda hala her zaman bakışlarımı üzerinde yakaladığın kıçını sikmek vardı.  Sonra, Cnbc-e' de Merlin'in tekrarını izliyorum. Sabaha -sabah dediğim alt tarafı 2 saat sonrasına- kadar sigara içip düşünüyorum yarı tatmin olmuşluk yarı pişmanlıkla: inşallah pişman olmayız diye. Ama bir yandan da neden bu kadar bekledik diye hayıflanarak. Balkonda; bu kadar beklemiş olmakla yakın bir arkadaşıyla yatağa girmiş olmanın getirdiği suçluluğu karıştırarak siktiret, herşey olacağına varır derken sızıp kalıyorum sandalyenin üzerinde. Yüzüme vuran güneşle silkinip tuvalete yollanıyorum bir ara, geri döndüğümde kalkmışsın yataktan. "Günaydın Aşkım" diyorsun ve bok ediyorsun herşeyi.

Şubat 02, 2011

ciddiyet lazım

girdiğim postların çoğunda ciddiyetsizlik üzerine bir iki cümle karalamışım. biraz da kendim şu blog işini ciddiye alıp, yeni kayıt-düşünmeden 2 dakikada yaz-kaydı yayınla-editle adımlarını uygulamadan önce azıcık düşünerek yazsam fena olmayacak sanki!