Mayıs 27, 2011

Alegra Volume 2 Part II (Promo)

Antalya'dayım 2 geceliğine. Alegra ile 3 yıl sonra kurduğum e-mail bağlantısı sayesinde maceranın bundan sonrasını onun kaleminden okuma şansına kavuşacağız yakında. İkna etmek zor oldu ama değecek sanırım. Bir de sanırım ileride anlatacak bir hikaye daha çıkacak bu gece, şans dileyin ;)

Mayıs 20, 2011

You can't always get what you want


Hayat garip, çoğunlukla acımasız hatta. Yaşanmışlıklar, yaşayamadıkların, yediğin/attığın kazıklar yontuyor zamanla; daha katı, daha acımasız, daha bencil olmayı, sikile sikile sikmeyi öğreniyorsun. Hayallerini kırmaya başlıyorsun, anlıyorsun ki hayat her istediğini vermez sana. Önüne konulanı yemeye alışıyor, ama konulanı paylaşmayı da unutuyorsun zamanla. En iyi niyetlisinden yardım taleplerini, uzatılan eli geri çevirmeyi alışkanlık haline getiriyorsun. Kalınlaştıkça zırhın daha ulaşılmaz ve umursamaz görünüyorsun çevrene yüzündeki sahte gülümsemeyle. Yalnızlığınla arkadaş oluyor;  asılmadan, usulca tutunarak yaşıyorsun hayatı. Dostlarını saymak için tek elinin parmakları yeterli geliyor zamanla, acımasız dünya diye iç geçiriyorsun.

Zamanında uğruna seni çok seven sevgilini terk ettiğin hayatının aşkının evlenip çocuğu olduğunu öğrenince üzülüyorsun mesela. Diyorsun ki onun için neler feda etmiştim, ne kadar sevmiştim, neden ben değilim? Hemen üstünden 2 gün geçmeden öğreniyorsun, hani terk ettiğin vardı ya;  kan kanserinden göçüp gitmiş henüz 28 yaşında. Ağır geliyor ama, devam ediyorsun yaşamaya…

Hayata –ve adaletsizliğine- kızgınlığının geçmesi uzun zaman alıyor. Sonra anlamaya başlıyorsun sen nasıl terk ettiysen seni seveni, seni de öyle terk etmişler; seni kazıklayanları sen seçmişsin zamanında. En önemlisi, sen de yapmışsın yanlışlar! Yavaş yavaş açıyorsun kapıları, ama zırhın hala kalın. Sandığından daha fazla dostun olduğunu anlıyorsun paylaştıkça, duygularının ancak açılırsan karşılık göreceğini öğreniyorsun tekrardan. Birini alıyorsun kollarının altına yıllar sonra, onunla da olmuyor. Vazgeçmiyorsun, hayatın sadece mutlu anlardan ibaret olmadığını, zaman zaman kaybedeceğini bilerek ama; umutla, tekrar sarılıyorsun yaşama. Acılarını gülümseyerek hatırlamayı öğretiyor birileri. Şu anki benliğine ulaşmanda emeği(!) olan herkese teşekkür ediyorsun içinden sonraları. Hayatın getireceklerini heyecanla beklemeyi, götürdüklerini sükunetle kabullenmeyi sen de anlıyorsun sonunda. Şekil kaygısı olmadan, içinden geldiği gibi, kim ne der demeden -azıcık bencillikle- yaşamanın keyfine varıyorsun.

Bekliyorsun, deniyorsun ve biliyorsun…


*Bu postun anlamına en uygun şarkıyı Portsmouth’dan gönderiyorum, esen kalın :)

Mayıs 15, 2011

Alegra Volume 2 Part I

Kontrat bitimini Novorossisk-Hayfa-İskenderun-Valencia-Rabat-Valencia rotasının sonunda Palermo’ya denk getirmişim. Çarkçıbaşı Alman çoban köpeği Herbert ile seyirde Godfather serisini tekrar gömdüğümüzden gaza gelmişiz; Carleone köyüne gideceğiz. Sonrasında Napoli’ye, 2 yıl önce ardımda bırakmak zorunda kaldığım ve karaya ayak bastığım kısıtlı zamanlarda bazen msn’den görüşebildiğim Alegra’ya geçme planlarım var. İkinci kaptan olarak görevlerimi tamamlayıp devir teslimi yapmam tüm gün sürüyor, işini seyirde tamamlayan bizim K-9 beni beklemeden basıp gidiyor. Kızıyorum, madem sen beni beklemedin ben de gelmiyorum deyip biraz free shop alışverişinin ardından doğruca 20:00 Napoli feribotuna atlıyorum. Telefon çekerken kadim dostum Guiseppe’yi arayıp 2 gün erken geleceğimi, Alegra’ya haber vermemesini, sürpriz yapacağımı söylüyorum.
 
İlk 4 saatini sigara içip İtalyan feribotçularının denizciliğini gözlemleyerek geçirdikten sonra kamarama(ranzama) gömüldüğüm yolculuğum Alegra’ya dair hayallerle beklenenden 1 saat erken, sabah 6’da sonlanıyor. Taksiye binerken -bu sefer- kazıklanmayacağımdan eminim, 5. kez geldiğim şehri biliyorum. Guiseppe eve gelirken La Gazetta dello Sport ve süt almamı söylüyor, taksiyi durdurup girdiğim markette hoş bir tesadüf; NATO’da görev yapan Türk deniz subaylarıyla karşılaşıyorum. Kısa dönem askerlik yaptığım geminin çok sevdiğim babacan komutanını soruyorum; amiral olmuş, geçen ay burada olsaydım görebilirmişim hatta… Yaşıtım genç subaylarla “sivil” denizcilikten, askerliği bıraksalar sivilde hangi seviyeden başlayacaklarından, tanıdığım subayların şimdi nerde olduklarından laflayıp ayrılıyoruz. Ortak tanıdıklarımızın olduğu memleketten insanlarla karşılaşmayı uğur sayıyor, bu sefer sonuca ulaşacağımın işareti sayıyorum.

5 dakika sonrasında kapıyı açan Guiseppe’yi oldukça yaşlanmış buluyorum, slav yardımcısı(!) geçen hafta işi bırakmış. Her seferinde olduğu gibi Türkiye’den getirdiğim sigaralar ve litrelik JB(eskiler neden JB gibi dandik bir viskiyi bu kadar seviyor çok merak ediyorum) yüzünün biraz gülmesini sağlıyor. Sohbette Alegra’nın ailesinin şehir dışında olduğunu, yalnız dün gece ışıklarının yanmadığını ve arabasının evin önünde olmadığını öğreniyorum. Hoşbeşten sonra arkadaşımdan da yaşlı görünen Fiat’a atlayıp Avellino’ya doğru yola çıkıyoruz, Carleone’yi göremedim ama Tony Soprano’nun memleketini göreceğim :)

 Henüz bir saat önce yapılmış Mozzarella, domates, tramezzini (bana sorarsan bildiğin ekmeğin üçgen hali ) ve espresso ile klasik İtalyan kahvaltısı ardından henüz gelmemişim gibi arıyorum Alegra’yı. Uykulu sesi arkadaşında kaldığını beyan ediyor, benim kafamda soru işaretleri. Belki bir gün erken, yarın sabah gelebileceğimi söylediğimde sesinde daha önceki şevk ve neşeden eser yok, kaygılanarak kapatıyorum telefonu. Mesaj atıyorum ne yapacağız yarın diye, müsait olamayabilirim diyor cevaben. “Şimdi yola çıkıyorum” mesajını atıp telefonu kapatıyorum. Guiseppe’ye oynayacağım oyunu anlatıp garsona en iyi şarabı getirmesini söylüyorum. Bu İtalyanlar gerçekten peynir ve şarap konusunu aşmış, 2 şişe bir saat dayanmıyor, üçüncüyü açıyoruz. İki saatin sonunda telefonu açıyorum, neden kızdığıma ve telefonumun kapalı olduğuna dair mesajlar… Carleone’yi görmeden dönüp feribota bindiğimi, 10 saat sonra orada(!) olacağımı mesajlayıp tekrar kapatıyorum telefonu haince gülümseyerek.  Şu meşhur Napoli tribününü görmek istediğimi söylüyorum, bilet bulabileceğimizi söylüyor kadim dostum.

İki saat sonra Napoli – Siena maçındayız, yeri geldiğinde tren bile kaçıran Napoli taraftarı gerçekten çok ateşli. Tribünlerde yer yer Maradona posterleri var. Sahada Maradona olmayınca çekişmeli geçen maç Maccarone’nin baltalığı sonucu golsüz bitiyor, benim daha feribottan inmem(!) için 4 saat var. 4 saati önünden gemiyle gelip geçtiğim ama hiç gitmediğim sosyete adası Capri’ye geçerek değerlendirmeye karar veriyorum ki bizim gerzek K-9 arıyor, ne zaman geleceğimi soruyor!  
 1,5 saatin geliş gidişle harcandığı bu adada geçirdiğim 2 saati kolay kolay unutamayacağımı biliyorum, biz de Cunda’yı güzel yer zannediyorduk diyorum içimden. Daracık sokaklarına ayıracak zaman yok ne yazık, merkezde şöyle bir tur atıp deniz kenarından kartpostal gibi mükemmel manzarayı izleyip oturduğumuz kahvede meşhur Limoncello’dan söylüyoruz bir şişe güneş batarken. İyice soğutulmuş bir tür alkollü limonata gibi -favori içkilerim arasına yazıyorum- ama dikkatli olmazsan çabuk çarpıyor. Dönüşte rüzgarüstünde durup bünyedeki alkolün etkisini azaltmaya çalışıyorum sahil ışıklarını izleyerekten.

Yarım saat geç kalarak 10 buçuk gibi eve varıyoruz, ışıkları yanıyor. Duş alıp üstümü değiştiriyorum, Rabat’tan aldığım halhal ve Selçuk’ta gümüşçüden aldığım diz çökmüş Meryem Ana kolye ucunu yanıma alıp yan tarafa geçerek kapısını çalıyorum...

Mayıs 14, 2011

Yassahhh Hemşerim!


İnternet yasakları ve özellikle 22 ağustos tarihi medyada çok yer bulmuş ben denizdeyken. Bunun üzerine İngilizce bir makale yazmayı düşündüm öncesinde fakat sonradan bunu çok kasıntı ve özenti bulduğumdan vazgeçtim. Sanki 1555 tane tane takipçim var, bunlarında 505 tanesi yabancı; nerden estiyse..  Anlayamadığım bir şey var; sanki memlekette başka yasak yok ya da sadece internet yasakları önemli! Bu ülkede kitapların, alkolün, kumarın, uyuşturucunun, siyasi partilerin, pornonun, sigaranın, politikacıların, filmlerin yasak(lı) olması neden internet yasağı kadar ses getirmedi diye merak içerisindeyim doğrusu.

Devletin yerimize karar vermesi, emniyet kemeri takmamanın para cezasına tabi olması kimseyi rahatsız etmiyor mu? Sana ne kardeşim, kemer takmama sonucu ölürsem sen mi tıkayacaksın götüme pamuğu? Tamam sigara içmeyenlere saygılı olmalıyız, pasif içicilik diye bir şey var sonuçta; ama sigara içmeyenlerin hakkını korurken benim kapalı mekanda sigara içme hakkımı kim koruyacak? Alkollü mekan ruhsatı olduğu gibi sigara içilebilen kapalı alan ruhsatı da olmalı diye düşünüyorum. Keza devlet benim kumarda kaybettiğim parayla neden bu kadar ilgili? Senelerdir yasak kumarhaneler, oynanmıyor sanmak kafanı kuma sokmaktan başka bir şey değil ki… Yok kanarya severler lokali,  yok Bartınlılar derneği bir sürü merdiven altı kumarhane dolu. Hem alacağın vergiden ol, hem de çek-senet mafyasına rant alanı oluştur ondan sonra gelsin üçüncü sayfa haberleri; kumar borcunu ödeyemeyen manav kafasından vuruldu! Belki biraz marjinal gelecek ama uyuşturucunun bile belli dozajlarda serbest bırakılması taraftarıyım. Gidin uyuşturucunun serbest olduğu Amsterdam’a da görün suç oranının düşüklüğünü. Bu meretin bağımlısı zaten kullanmıyor mu? Hiç olmazsa aşırı dozdan ölümler olacağına kontrollü serbestlik ilkesi gereğince devletin belirlediği ve kontrol ettiği dozajda, kendilerini öldürmeden kullansalar kötü mü olur? İzmirli CHP seçmeni beyaz bir Türk olarak merak ediyorum, baraj nedeniyle seçime giremeyen BDP’ nin adaylarını bağımsız olarak seçime soktuktan sonra tekrardan yasaların etrafından dolaşarak Mecliste grup kurmalarının ülkemizin yasalarının saygınlığını -ve imajını- yerle bir ettiğini düşünen bir tek ben mi varım? Yine youtube’ da Atatürk’e hakaret içeren videoların bulunması bizi neden bu kadar ilgilendiriyor? Birileri oradaki videoları izleyince benim içindeki Atatürk sevgisi azalmıyor ki. Ya da youtube kapatılınca fetocuların hepsi Atatürkçü mü oldu? Benim porno sitelere girmemi neden engellersin, belki de azgınlıkla komşu kızına tecavüz etmemi bilgisayar başında çektiğim 31 engelliyor? Başbakanı seçmek için oy kullanabilirim, silah ruhsatı alabilirim ama bira içmek için 24 yaşını doldurmam gerekiyor...

Bu kadar fazla -ve şimdi değinemediğim daha bir çok- yasak olunca insanların yasakları çiğnemesi de kolaylaşıyor çünkü doğru düzgün müeyyide de yok! Başbakan bile “Ben giriyorum, siz de girin.” diyebiliyor. Yasağı koyduysan cezasını da uygulayacaksın ki toplumun yasalara, kurallara saygısı olsun!!! Gece dışarı çıkın görün, sigara içilmeyen gece kulübü var mı ya da trafikte emniyet kemeri takmamaktan ceza alan kaç kişi duydunuz? Emniyet kemeri takmamak, dns ayarını değiştirmek, kapalı alanda sigara içmek, ehliyetsiz tekne kullanmak gibi basit kurallara uymaya uymaya alışıyor insan yasaları delmeye.  Ondan sonra bir bakıyorsun ki ters baktı diye eniştesini öldürmüş, bakkalın kızına tecavüz etmiş! Alışmış çünkü cezasız kalmış yasaklara, cinayet bile herhangi bir yasak gibi geliyor. 

Yasakların çekiciliğinden bihaber -ve her konuda yasakçı- zihniyetten kurtulacağımız günleri iple çekiyorum...