Mayıs 15, 2011

Alegra Volume 2 Part I

Kontrat bitimini Novorossisk-Hayfa-İskenderun-Valencia-Rabat-Valencia rotasının sonunda Palermo’ya denk getirmişim. Çarkçıbaşı Alman çoban köpeği Herbert ile seyirde Godfather serisini tekrar gömdüğümüzden gaza gelmişiz; Carleone köyüne gideceğiz. Sonrasında Napoli’ye, 2 yıl önce ardımda bırakmak zorunda kaldığım ve karaya ayak bastığım kısıtlı zamanlarda bazen msn’den görüşebildiğim Alegra’ya geçme planlarım var. İkinci kaptan olarak görevlerimi tamamlayıp devir teslimi yapmam tüm gün sürüyor, işini seyirde tamamlayan bizim K-9 beni beklemeden basıp gidiyor. Kızıyorum, madem sen beni beklemedin ben de gelmiyorum deyip biraz free shop alışverişinin ardından doğruca 20:00 Napoli feribotuna atlıyorum. Telefon çekerken kadim dostum Guiseppe’yi arayıp 2 gün erken geleceğimi, Alegra’ya haber vermemesini, sürpriz yapacağımı söylüyorum.
 
İlk 4 saatini sigara içip İtalyan feribotçularının denizciliğini gözlemleyerek geçirdikten sonra kamarama(ranzama) gömüldüğüm yolculuğum Alegra’ya dair hayallerle beklenenden 1 saat erken, sabah 6’da sonlanıyor. Taksiye binerken -bu sefer- kazıklanmayacağımdan eminim, 5. kez geldiğim şehri biliyorum. Guiseppe eve gelirken La Gazetta dello Sport ve süt almamı söylüyor, taksiyi durdurup girdiğim markette hoş bir tesadüf; NATO’da görev yapan Türk deniz subaylarıyla karşılaşıyorum. Kısa dönem askerlik yaptığım geminin çok sevdiğim babacan komutanını soruyorum; amiral olmuş, geçen ay burada olsaydım görebilirmişim hatta… Yaşıtım genç subaylarla “sivil” denizcilikten, askerliği bıraksalar sivilde hangi seviyeden başlayacaklarından, tanıdığım subayların şimdi nerde olduklarından laflayıp ayrılıyoruz. Ortak tanıdıklarımızın olduğu memleketten insanlarla karşılaşmayı uğur sayıyor, bu sefer sonuca ulaşacağımın işareti sayıyorum.

5 dakika sonrasında kapıyı açan Guiseppe’yi oldukça yaşlanmış buluyorum, slav yardımcısı(!) geçen hafta işi bırakmış. Her seferinde olduğu gibi Türkiye’den getirdiğim sigaralar ve litrelik JB(eskiler neden JB gibi dandik bir viskiyi bu kadar seviyor çok merak ediyorum) yüzünün biraz gülmesini sağlıyor. Sohbette Alegra’nın ailesinin şehir dışında olduğunu, yalnız dün gece ışıklarının yanmadığını ve arabasının evin önünde olmadığını öğreniyorum. Hoşbeşten sonra arkadaşımdan da yaşlı görünen Fiat’a atlayıp Avellino’ya doğru yola çıkıyoruz, Carleone’yi göremedim ama Tony Soprano’nun memleketini göreceğim :)

 Henüz bir saat önce yapılmış Mozzarella, domates, tramezzini (bana sorarsan bildiğin ekmeğin üçgen hali ) ve espresso ile klasik İtalyan kahvaltısı ardından henüz gelmemişim gibi arıyorum Alegra’yı. Uykulu sesi arkadaşında kaldığını beyan ediyor, benim kafamda soru işaretleri. Belki bir gün erken, yarın sabah gelebileceğimi söylediğimde sesinde daha önceki şevk ve neşeden eser yok, kaygılanarak kapatıyorum telefonu. Mesaj atıyorum ne yapacağız yarın diye, müsait olamayabilirim diyor cevaben. “Şimdi yola çıkıyorum” mesajını atıp telefonu kapatıyorum. Guiseppe’ye oynayacağım oyunu anlatıp garsona en iyi şarabı getirmesini söylüyorum. Bu İtalyanlar gerçekten peynir ve şarap konusunu aşmış, 2 şişe bir saat dayanmıyor, üçüncüyü açıyoruz. İki saatin sonunda telefonu açıyorum, neden kızdığıma ve telefonumun kapalı olduğuna dair mesajlar… Carleone’yi görmeden dönüp feribota bindiğimi, 10 saat sonra orada(!) olacağımı mesajlayıp tekrar kapatıyorum telefonu haince gülümseyerek.  Şu meşhur Napoli tribününü görmek istediğimi söylüyorum, bilet bulabileceğimizi söylüyor kadim dostum.

İki saat sonra Napoli – Siena maçındayız, yeri geldiğinde tren bile kaçıran Napoli taraftarı gerçekten çok ateşli. Tribünlerde yer yer Maradona posterleri var. Sahada Maradona olmayınca çekişmeli geçen maç Maccarone’nin baltalığı sonucu golsüz bitiyor, benim daha feribottan inmem(!) için 4 saat var. 4 saati önünden gemiyle gelip geçtiğim ama hiç gitmediğim sosyete adası Capri’ye geçerek değerlendirmeye karar veriyorum ki bizim gerzek K-9 arıyor, ne zaman geleceğimi soruyor!  
 1,5 saatin geliş gidişle harcandığı bu adada geçirdiğim 2 saati kolay kolay unutamayacağımı biliyorum, biz de Cunda’yı güzel yer zannediyorduk diyorum içimden. Daracık sokaklarına ayıracak zaman yok ne yazık, merkezde şöyle bir tur atıp deniz kenarından kartpostal gibi mükemmel manzarayı izleyip oturduğumuz kahvede meşhur Limoncello’dan söylüyoruz bir şişe güneş batarken. İyice soğutulmuş bir tür alkollü limonata gibi -favori içkilerim arasına yazıyorum- ama dikkatli olmazsan çabuk çarpıyor. Dönüşte rüzgarüstünde durup bünyedeki alkolün etkisini azaltmaya çalışıyorum sahil ışıklarını izleyerekten.

Yarım saat geç kalarak 10 buçuk gibi eve varıyoruz, ışıkları yanıyor. Duş alıp üstümü değiştiriyorum, Rabat’tan aldığım halhal ve Selçuk’ta gümüşçüden aldığım diz çökmüş Meryem Ana kolye ucunu yanıma alıp yan tarafa geçerek kapısını çalıyorum...

2 yorum:

  1. of necro içim eridi resmen. hemen hemen tüm kuzey akdeniz kıyılarını görmüş olsam da güney italya candır başkadır memleketime dönerken hissettiğimden daha memleketim gelmişti ischia adasını ilk gördüğümde . caprinin o manzarasını görünce insanın gerçekten nefesi kesiliyor. bi daha gitmek istiyorum bi daha hatta her yaz 3 ayı orda gecirmek.

    ne zaman talented mr ripley ve postasıyı izlesem burnumun direği sızlıyor. ben mi abartıyorum bana özel mu bu hisler onu da bilmiyorum.
    ha bi de öperim cok

    YanıtlaSil
  2. gerçekten kuzeyle karşılaştırıldığında aynı ülkede olduğuna inanamıyor insan güney italya'da olunca. coğrafyasını geçtim insanı bile çok farklı. ama emin ol ay dolmadan sıkılmaya başlarsın, bu yerler 3-5 yılda bir gidilip 3-5 gün kalınacak yerler; aynen bizim kekova yada göcek gibin.

    bana sorsan yazın akdeniz ama kışın iskoçya derim burnumun direğini sızlatan yer olarak.
    kisses benden de..

    YanıtlaSil